d ö n e n c e
-1-
Süt dişlerimin
çoğunu zeytin çekirdeklerine bağışladığım yıllarda apartmanın koridor
boşluğunda o zamanın gündemine uygun, toplumsal mesajı bol piyesler
düzenliyorduk. Bir de zamanın gündeme hâkim ilkokul çocukları olarak tamamı el
yazması dergi çıkarıyorduk. Bu dergide yöresel yemek tarifleri, yöresel
fıkralar, iki dergi arasına damgasını vurmuş siyasi olaylar, yeni doğan
bebeklere isim önerileri gibi şeyler yer alıyordu. Daire daire dolaşıp abone
topladığımız dergimizin kopya sayısı zamanın şartlarına göre oldukça iyiydi. Daha
hayat bilgisi dersinin tam karşılığını bulamamışken çamurlu ellerimizle hayatın
tozlu raylarına dokunuyorduk. Aşkı bile bilmiyorduk, o kadar yoksul, o kadar
küçüktük.
İnsanlığın
para karşısında değer kaybettiği o yıllarda sokaklar dilencilerle doluydu. “Allah
rızası için […]” kelimesini ilk kez o sokaklarda duymuştum. Ayağının tekini
katlamış bir kadın kucağında bebeğiyle yardım dileniyordu. Etrafta oluşan
kalabalığın uğultusundan seçtiğim birkaç cümle ‘dini istismar, yalancı o,
zabıta gelsin ayağa kalkar o hatta koşmaya başlar.’ hala zihnimde çalkalanır.
İstismar kelimesini babam ‘insanları kandırmak’ olarak açıklamıştı bana, zabıta
ise belediyede çalışan polismiş, en azından anlayabilmem için böyle tanımlamıştı.
Sonra zabıta geldi, gerçekten de polise benziyordu, arabasında siren bile
vardı. O sözde ayağı olmayan ve kucağında bebeği olan kadın kucağındaki kundağı
fırlatıp kaçtı. Kundaktan okulun vitrininde duran, kızların uğruna saatlerce
kavga ettiği oyuncak bebeklerden çıktı, hani şu yatırınca gözlerinin kapandığı,
mavi gözlü bebekler. İstismar, sömürü ve bu anlama gelen daha birçok kelimeyi o
gün orada, etkili bir örnekle öğrenmiştim. İnsanların kusurlarını kullanarak
dinlerinden yakalayıp onlardan para dilenmek ve yine o insanların gözlerine
baka baka bunun yalan olduğunu göstermek; para karşısında insanlığın değerini
iyice ispatlar nitelikte idi. İlkokul 1. sınıftan beri öğretmenimizin
yönlendirmeleri ile dönem dönem yardıma muhtaç insanlara destek için bir şeyler
yapıyorduk. Bu bazen erzak, bazen onlar yararına düzenlediğimiz tiyatro, bazen
de kıyafet oluyordu.
4. sınıfta
başladığım güz tek basamaklı yaşlarımın bitişini kutladık. Artık büyüdüğüm için
gururlanıyordum. O gün sokakta biraz daha oynamamama izin çıktı. Bu benim için
toprağı daha fazla eşmek, ağaca tırmanıp saatlerce orada oyalanmak ve hoplaya
zıplaya saatlerce şarkı söylemek demekti. Doğum günüm münasebetiyle normalinin
üç katını aldığım harçlığımı o zamanki matematiğimle dondurmaya bölmüştüm, bademciklerimi
şişirip beni 2-3 gün yatağa mahkûm edecek kadar dondurma alabiliyordum. Bir
önceki gece kurduğum bu heyecan verici hayalleri gerçekleştirmek için erkenden
sokağa çıktım. Oyuncak arabalarıma topraktan şehir ve yol yapıp gezdirdikten
sonra toprağı eştim, üzerinde Arapça rakamların bulunduğu madeni para buldum.
Gömü bulmuş gibi sevindim, sanki o para ile istediğim tüm çikolatalara sahip
olacakmışım gibi hissettim. Apartmana doğru koşarken arka bahçeye yıllar önce
diktiğimiz çam ağacının dibinde bir hareketlenme gördüm, paranın duyurusunu biraz
erteleyip ağaca yöneldim: İlk bakışta 6 tane gördüğüm, toplamda 8 tane yavru
kedi vardı. Bunlar apartman olarak farelere karşı beslediğimiz, renginden ötürü
‘bal’ dediğimiz kedinin yavrularıydı. Avucumdaki parayı cebime koydum, ellerimi
pantolonumda temizledim ve yavru kedileri sevmeye başladım. Hayatımda ilk kez
bu kadar cesur bir şekilde kedi seviyordum. Çoğu beyaz olan bu yavrular ben
severken kaçmıyor aksine iyice paçalarıma sokuluyorlardı. Bir ara ‘bal’ geldi,
uzaktan bizi izledi ve gitti. Yavru kedilere doyduktan sonra eve gittim, parayı
annemlere verdim ama benim kadar heyecanlanmadılar. Annem çantasını istedi,
cüzdanını çıkarıp parayı sürekli eski paraları sakladığı fermuarlı cebe attı.
Elimi yüzümü yıkayıp balkona çıktım, ‘bal’ yavruların oradaydı ve
anlamlandıramadığım bir hareketlilik ve ses kirliliği vardı. Çok geçmeden çıkan
seslere annem geldi: ‘Aaa! Yavrularını boğuyor bal! Vah vah kim bilir kimden
kıskandı.’ dedi. Belki annem konuşmaya devam edecekti fakat ben beklemeden
balkondan çıktım, koşarak aşağı indim ve tüm gücümle arka bahçeye koştum. Çamın
dibinde kan birikmişti, bembeyaz yavruların çoğu ölmüştü, geldiğimi gören bal
kaçtı. Orada daha fazla duramadım. O gün dondurma da yemedim.
O dönem yardım
kampanyasını annem başlatmıştı. Teyzemin isteği üzerine zeytin çekirdeği
toplamaya başlamıştık. Aklıma yine kahvaltılarda dökülen dişlerim geldi. Babamın
‘doğanın kanunu’ dediği, bana göre katliam olan o şey, yani bir annenin
yavrularını kıskanıp öldürmesinin etkisi geçtikten sonra sınıftaki 5-6 yakın
arkadaşımdan her sabah kahvaltıda tükettikleri zeytinlerin çekirdeklerini
istedim. Birkaç sabah sonra öğretmen bunları neden topladığımı sordu,
‘nedenini’ bilemediğim için cevap veremedim.
Kış çıkana
kadar zeytin çekirdeği topladık. Ne arkadaşlarım, ne ben, ne de öğretmen bunu
neden yaptığımız bilmiyorduk. Gerçi ben her gün anneme soruyordum fakat onun
‘bir amcaya lazım’ cevabı beni tatmin etmiyordu, ben de tatmin olamadığım için
bu cevabı kimseyle paylaşmıyordum. Araya Kurban Bayramı tatili girdi,
teyzemlerle buluştuk. Elini öpüp ders durumumu anlattıktan sonra sorduğum ilk
şey ‘zeytin çekirdekleri’ oldu.
“İyi
toplamışsınız aferin.” deyip başımı okşadı. Hala cevabımı alamamıştım. O gelene
gidene bayram servisi yaparken annesine sadık bir kedi gibi, yok yok, ördek
yavrusu gibi peşinde dolaştım. En sonunda mutfakta tek yakaladım. Bir taraftan
bulaşık yıkıyor, bir taraftan da anlatıyordu.
“Oğlum bizim
kapıcı Ahmet Efendi var, Allah uzun ömür versin, iki yıl önce eşini kaybetti.
Eşi de bizim sitede temizliğe gelir üç beş bir şey kazanırdı. O vefat ettikten
sonra Ahmet Efendi kızının okul masraflarını çıkarmak için ek iş yapmaya
başladı. Yazın inşaatta çalışırken ikinci kattan düştü, kimse sahip çıkmadı,
belden aşağısını kullanamıyor artık. Kızı da hem okuyor hem babasına bakıyor.
Ahmet Efendi 4-5 aydır zeytin çekirdeklerinden tespih, çerçeve, biblo gibi
şeyler yapıp satıyor, kızının okul masraflarını karşılıyor. Biz site
yönetimiyle konuştuk, kapıcı dairesinde oturmaya devam edecekler, bakalım sözde
belediye tekerlekli sandalye verecekti ama nerde. Ahmet Efendi onu da kendi
alır bu azimle.”
Teyzem işini
bitirip gittikten sonra uzun bir süre mutfakta tek başıma oturdum, tüylerim
ürperdi. Demek her gün yüzüne bakmayıp attığımız o çekirdeklerden ev geçindiren
insanlar varmış. O gece tüm aile teyzemlerde kaldık. Ertesi sabah erkenden
uyanıp tekrar güzel kıyafetlerimizi giydik, kalabalık bir kahvaltı sofrasında
bayramın tadını çıkardık. Uzun ve keyifli kahvaltının ardından sofra toplama
işi biz küçüklere kaldı. Alışkanlıktan zeytin çekirdeklerini boş bir kutuya
doldurdum. Sofrayı topladık, kahveler hazırlandı, büyükler misafir odasına
geçip koyu bir sohbete daldılar. Onlar kahvelerini yudumlarken annemler bayram
gezileri için hazırlandı. İlk ziyaretin Ahmet Efendi’nin hanesine olacağını
duyduğumda zihnimde iki seçenek belirdi. Ya babamlara eşlik edecek, onların
sohbetini dinleyecek ve kendimi büyük hissedecektim ya da annemlerle gidip
aylardır topladığım yardımın karşılığını görecektim. Seçeneklerimin üzerinde
fazla düşünmedim ve karar verdim. “Anne, ben de geliyorum.”
Annem, teyzem,
yengem ve ben evden çıktık. Karanlık merdivenlerden apartmanın bodrum katına
indik. Teyzem elektrik saatinin üzerinden anahtarı alıp kapıyı açtı. İçeriye
tüm bayram neşesini gölgeleyecek bir sessizlik çökmüştü. Ayakkabılarımızı
çıkarıp eve girdik, ben ayakkabıları düzeltirken annem beni bekledi. Girişin
sol çaprazında kalan, kapısının altından ince bir ışık süzülen odaya doğru
yürüdük. Annem elimi sıkıca tutuyordu. Teyzem zeytin çekirdeklerinin olduğu
kutuyu elimden alıp mutfağa gitti, annem ve yengem odaya girdiler, ben teyzemin
yanına gittim. Teyzem müthiş bir hızla zeytin çekirdeklerini yıkadı ve musluğun
hemen arkasında duran bez ile kuruladı. Tezgâhın üzerine birbirlerine
değmeyecek şekilde sıraladı, kurumaları için pencerenin önüne koydu ve
mutfaktan ayrıldık. Odada bizi ne bekliyordu çok merak ediyordum. Sessiz ve
seri adımlarla odaya girdik. İçeri girdiğimizde yatağın üzerinde Ahmet Efendi
olması muhtemel bir adam oturuyordu, dizlerinin üzerinde battaniye vardı, onun
hemen altında bir yer sofrası duruyordu. Sofranın üzerinde kitap, bitmek üzere
olan iki kurşun kalem ve birkaç eski defter vardı.
Ahmet Efendi
kirli sakallı, gözlerinin altında çukurlar olan burnunun üzerindeki gözlüğüyle
teyzemi ve beni selamladı. Karşı kanepeye yönelecek oldum, teyzem sırtımdan
küçükçe itekledi, gidip elini öptüm. Elleri çok yıpranmıştı, tüm parmakları
şişmişti ve tırnaklarının arası yara gibiydi. İçim ürpermişti, hemen annemin yanına
dönüp oturdum. Klasik bir bayram sohbeti başladı. Ahmet Efendi nemli gözleriyle
az konuşuyor sürekli başını sallıyordu. Ben yer sofrasına dalmıştım. Hayatımda
ilk kez o boyutta gördüğüm kurşun kalemlere şaşırmakla meşguldüm. Hayat Bilgisi
kitabı çok eskiydi. Tahmin ediyorum ki benden üç sınıf üstte okuyan ağabeyimin
kitabıydı. Defterlerin yazılmayan kısımlarında silik yazıları seçiyordum.
Muhtemelen Ahmet Efendi’nin kızı bayram ödevlerini yapıyordu. Ayaklarımın biraz
ucunda bir şey fark ettim. Sofranın altında o dilenci kadında gördüğüm
bebeklerden vardı, Ahmet Efendi’nin kızının görünürde başka oyuncağı da yoktu.
Buna üzülmüştüm. Ahmet Efendi: “Betül sizin üst komşulara çıktı bayram
ziyaretine, sağ olsunlar yemek yapmışlar onları getirecek.” Dedi. O esnada
yapılan konuşmaları zihnimden silmek için çok uğraştım. Başka bir şeyle
oyalanmak adına yerdeki bebeği aldım. Kendime doğrulttuğumda gözleri açıldı.
Masmavi gözleriyle sessizce bana bakıyordu. “Evlat, Betül’ün kızını mı
uyandırdın?” dedi Ahmet Efendi. Biraz mahcup bir şekilde başımı salladım. “Emel Betül’ün tek arkadaşı, onunla çok eğleniyorlar. Kızı gibi bakıyor ona.” Dedi.
Bu kadar konuşuyor olması beni çok utandırmıştı. Emel bebeği yerine bıraktım ve
arkama yaslandım. “Eh, ziyaretin kısası makbuldür Ahmet Efendi, bir şeye
ihtiyacın olursa haber etmen yeterli. Zeytinleri getirdim, camın önündeler,
Allah kolaylık versin.” Dedi teyzem ve ışık hızıyla o evi terk ettik.
-2-
Aradan tam 14
yıl geçti. Arkadaş kurbanı olarak başladığım sigara iş ve ev hayatımı olumsuz
etkilemeye başlamıştı. Arkadaşlarımızla karar aldık ve muhtelif zamanlara
verilen randevular ile Sigara Bırakma Merkezi’ne gittik. Randevu günüm
geldiğinde sigara illetinden kurtulmaya kararlı bir şekilde hastaneye gittim.
Bir dizi kan ve nefes tahlili verdim. Sonuçların çıkmasını beklerken benimle
birlikte randevusu olan insanlarla tanışıp güçlerimizi birleştirdik. Göz göre
göre zehirlenmenin mantıksızlığını, bunu bir keyif olmadığını iyice idrak ettik
ve sonuçlarımız ile birlikte doktorun odasının önüne, bekleme salonuna geçtik.
İçeriden çıkan insanların yüzlerinde gördüğüm o ışık beni iyice
umutlandırmıştı. Sıranın bana gelmesine yaklaşık on kişi vardı. O esnada
beynimde beliren çocukluğumun neşesi, beni ılık düşlerin bulunduğu yemyeşil bir
dünyaya taşıyordu. Ailemin ve çevremin karşı durduğu kötü yönümü kestirip
atacaktım. Bundan iyi bir haber olamazdı. Sekreter adımı söylediğinde
düşüncelerimden uyanıp doktorun odasına girdim. Doktor beni çok sıcak
karşıladı, verdiğim karardan ötürü tebrik edip tahlillerimi rica etti. O tahlillerimi incelerken ben göz ucuyla
odayı süzdüm. Doktorun tam arkasında güzel işlemesi olan bir Atatürk resmi
vardı, isimliği de aynı işlemeden yapılmış, üzerinde sert hatlarla “Dr. Betül Ayhan” yazılmıştı. Doktor tahlilleri
inceleyip fazla tiryaki olmadığımı, dilersem kısa zamanda bu illetten kurtulacağımı
söyledi. Evli olup olmadığımı sordu, ben “nişanlıyım” deyince tebessümle “bakın
sigara ilerde boşanmanıza bile sebep olabilir, yol yakınken bırakın.” diyerek ilacımı
yazdı, izlekten bahsetti, kontrol tarihlerini not etti. Sigara bırakmanın bazen
zor bir süreç olabileceğini söyledi. Bu esnada bazı başarı hikâyelerinin insana
cesaret verdiğinden bahsetti. Gerçekten bu illetten kurtulan insanların
hikâyeleri bana cesaret verebilirdi. Çünkü bu illete karşı açılan savaşta
kazanılan her zafer bizlerin savaşmasını kolaylaştıracaktı. Bana yardımcı
olacağına inandığı bir hikâyeyi anlatmak için izin istedi, “tabii, buyurun” dedim.
“Benim babam
hiç sigara içmezdi, yani aktif kullanıcı değildi. Dertlendiğinde, sevindiğinde,
arada arkadaşları ikram ettiğinde, bazen güzel bir yemeğin peşinde ayda yılda
bir kez içerdi. Annemi kaybettiğimizde sigaraya kararlı bir şekilde başladı.
Her gün en az bir paket sigara içiyordu. Hem beni okutmak için hem de evi
geçindirebilmek için gece gündüz çalışıyordu. Bir gün iş kazasında belden
aşağısını kaybetti. Tam 5 yıl günde üç paket sigara içti. Evde kendine ait bir
odası vardı, orayı bir atölye haline getirmişti. Öyle zamanlar oluyordu ki
içeriye girdiğimde, o ufacık odada dumandan babamı göremiyordum. Benim
üniversiteye hazırlandığım sene beni dershaneye yazdırabilmek için sigarayı
bıraktı. Zaten beni okutabilmek için atölye yaptığı odada zeytin çekirdeklerinden
eşyalar yapıp satıyordu, bir de dershane masrafları çıkınca tek kararla
sigarayı bıraktı.”
Doktor Betül
gökyüzünde sıcak yerlere doğru yolculuğa çıkmış kuşlara bakıp hikâyesine devam
ederken araya girip “o hikâyeyi biliyorum” demek istedim. Fakat gözlerinden
süzülen yaşlar yarasını deşmememi öğütledi. Doktor gözlerindeki doluluk
yüzünden konuşmaya devam edemedi, son olarak;
“Velhasıl;
bırakın Kürşat Bey, doğmamış çocuklarınız için bırakın.” dedi.
-3-
O yıl sigarayı
bıraktım. Ertesi yaz düğünümü yaptık. İş hayatımda büyük bir başarı kat ettim,
kontrollerim başarılı geçiyordu ve duyduğum kadarıyla Betül Hanım artık cesaret
vermesi için insanlara benim hikâyemi anlatıyordu. Aklımda tek soru vardı.
“Ahmet Efendi yaşıyor mu?” bu soruyu Betül Hanım’a son randevumuzda
sormalıydım. Her şeyi tamamen anlatma konusunda kararsızdım fakat o soruyu
sormalıydım. Ay sonu geldi, son kontrolüm için hastaneye gittim. Randevu
saatinden on dakika önce bekleme salonunda yerimi aldım. Oturduğum yerde
sessizce gazete okuyordum, bir temizlik işçisinin ikazı ile irkildim. Üzerinde
iş gereği turuncu kıyafetler olan temiz yüzlü bu bey elinde bazı evraklar ile
benden yardım talep ediyordu. “Hastanede kalan lösemili çocuklarımız yararına
dergi çıkartıyoruz, acaba yardım etmek ister misiniz?” diye sordu. Elindeki
evrakları inceledim. Çocukların yaptığı resimler, yazdıkları şiirler, birkaç
kısa öykü ve günlükler vardı. Daha fazlasını incelemeye yüreğim yetmedi,
evrakları geri verdim. Çocukluğumun o neşesiyle var gücümle yardım yaptım.
Betül Hanım’ın sekreteri geldi, görevliyle vedalaşıp sekreter hanımın yanına
gittim. “Kürşat Bey hoş geldiniz, iletişim bilgileriniz olmadığı için size
ulaşamadık. Betül Hanım evlilik iznine ayrıldı. Telefon ve adres bilgilerinizi
bırakırsanız eğer izin dönüşü size haber veririz.” Bu son zamanlarda aldığım en
güzel ikinci haberdi. En güzel haber ise eşim hamileydi. Baharda bana bir kız
çocuğu armağan etti. Adını Emel koydum.
Fotoğraf: Murathan Özbek
mirfanK'12
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder