22 Kasım 2014 Cumartesi

Kırık Kanat

kırık kanat


“Dertliyim, 
İçinden.”

Ö. Cihangir.
x ~ o ~ x
Dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyorum ama rüzgara karşı kanat çırpan kuşlar aptal görünür biliyorum. O misal, kanatlarım güçleniyor, sığ bir gökyüzüne uçuyorum. Bazen elimi sürdüğüm her şey “uğursuzluğumu” yüzüme çarpıyor gibi. Elektroniklerim bozuluyor, sehpanın ayağı canımı yakıyor, halının ucu beni görünce kıvrılıyor, çaydanlığın sapı ben gelince gevşiyor, dostlarım ise unutuyor beni tek tek.

Masmavi bir bulut şimdi gökyüzü. Anlamsız griliklerin içerisinde rüzgarın hızına aldırmadan ilerliyor. Dikkatli bakınca da dünyanın döndüğünü, hayatın devam ettiğini bildiriyor gibi. Dikkatli bakınca öyle. Ama bir süre sonra dikkatim de terk ediyor beni. Kırmızı ışıkta üzerime yürüyen arabalardan anlıyorum.

Parmağımda bağlılığı ve sonsuz sadakati simgeleyen bir alyans var. İnsanlara güvenmeyi öğretiyor bazen bu demir parçası. Bir zamanlar yaşadığım mutluluklar geliyor gözümün önüne; hayat kısa videolardan oluşuyor gibi, sanki moralim bozulduğunda seyretmek için anlık sevinçlerimi kayıt altına almışım gibi. O kadar kısa sürüyor ki, o ekşimsi tadı damağıma yapışıyor. Şimdi “neden” parmağımda bu yüzük diyorum, cevap –yok-.

İşten çıkarmak zorunda olduğum Sevil ablayı hatırlıyorum. Nereden düştü aklıma bilmiyorum, şu önümdeki çay bardağı anımsattı galiba. Onun sevinçlerine ve kederlerine ortak olmayı da özledim ben. Onun yaptığı işi iki tane sebilin yapacağına kanaat getiren idareciler ciğerini yakmıştı. Çıkış belgesini de ben imzalamıştım. İşte o günden sonra hiç lezzetli çay içmedim. Sevil abla evine para götüremiyor, Sevil abla kızına mavi yelekler alamıyor, Sevil abla sevilmiyor artık değil mi?

Çiçeklerini çok severdin, bazen çok kıskanırdım onları. Benden çok sevdiğini düşünürdüm, yıllık izninde annenlerin yanına giderken annemden rica etmiştin çiçeklerine bakmasını. Annem hastayken ben gidip bakardım, tek yaprağına bile dokunamazdım. Ne de olsa benden çok seviyordun. Şimdi oturduğum ağacın etrafında senin sevdiğin kış manolyaları var, ben hala dokunmaya kıyamıyorum.
Sana doğum günü hediyesi olarak aldığım beyaz golden artık griye çalıyor. Işıkların söndüğü gün onu bir durağa bırakmıştım. Bir aydır sabah akşam o durakta duruyor, bazıları yemeğini suyunu getiriyor her gün. Beni bekliyor biliyor musun? Eğilip onu sevenlerin dudaklarından okuyorum ettikleri küfürleri. Haklılar, bir köpek bile öyle terk edilip gidilmez. Haklılar.

Bazen isyan ediyorum. Keşke o yüzüğü sağ eline değil de hindular gibi sağ ayağının ikinci parmağına taksaydın da gitmeseydin. İçimi ezmeseydi sessizliğin, gözlerimin yerini unutmasaydım sensizlikte.
Gülüyor musun çaresizliğimi düşünüp? Yoksa eskisi gibi eğlenceli gelmiyor mu beni aciz görmek? İnan en çok yüzemeyen hayallerime acıdım. İlk onlar boğulup öldüler, bir umut yaşıyor içimde hala. Gururumu yediğim gece kurduğum hayaller yanık kokuyor.

Annemin benim yediğim yemeğin aynını yapıp sana gönderdiği günler oynuyor şimdi karşımda. O Erzurum soğuğunda elime yapışan tencereye inat karla, buzla savaşarak kapına koştuğum günler izleyicisiyle buluşuyor. Çok alkış topladı fedakarlıklarım, aslında bende alkışlayacağım ama ellerimi bulamıyorum, ellerim tuzla buz olmuş.

x ~ o ~ x

Bir ağacın altında hayatımı hayallerimden ayıklarken telefonum çaldı. Arayan annemdi:
-Aşk olsun oğlum neden söylemedin, çok sevindim. 
-Neye anne? 
-E barışmışsınız kuzum. 
-O nerden çıktı be anne? 
-Sabah izinli olduğunu biliyordum, Pınar’a uğradım, uyuyodur diye zili çalmadım, bendeki anahtarla girdim içeri ayakkabılıkta senin ayakkabılarını görünce hiç ses etmedim çıktım, çok sevindim, kavga etmeyin oğlumcum ne gerek var? 
-Haklısın annem.

“Haklısın anne” dedim ama 
“o ayakkabılar benim değildi” diyemedim. 

Üzerine titrediğin Pınar 
Başka bir Deniz’e akıyor
                                               diyemedim. 

Adı Deniz imiş anne! 
Onu da sonradan öğrendim.

mirfanK'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder